Ana Sayfa

27 Aralık 2011 Salı

Mutluluk her yerdedir


Mutlu olmak, mutlu olma kararı almaktan geçiyor biraz da...

Yaşamın bize sunduklarını mutlulukla kabul etmek, yaşamımızda olan herkese ve herşeye  şükran duymak... yani en önemlisi mutlu olmayı seçmekten geçiyor mutluluk...

Mutluluk ayrıca  kişisel bir beceri herhalde. Hayata bakılan pencere belirliyor  mutlulukları... ve çevremize bakarken algıladığımız renkler siniyor adeta tüm yaşananlara...

Para, başarı, iş çoğu zaman mutlu olmak için araç oluyor, ama asla mutluluğun temel ögeleri olamıyorlar.

Hayata karşı duruşumuz, geleni karşılayışımız, iyisiyle kötüsüyle başımıza gelenlerden ders çıkartabilmemiz önemli  diye düşünüyorum ben.

Her yeni yıla girerken sevdiklerimize "Mutlu Yıllar" diliyoruz.  Bu yıl kendimiz için de dileğimiz "mutlu olmak" olsun.

Her ne kadar 2012, dünya ve insanlık için zorlu bir sürecin başlangıcı gibi düşünülse de, yine de hepimiz bu yıl  mutlu olmayı seçelim ve hayata mutlu gözlerle bakmayı amaç edinelim. Çünkü mutluluk bakmasını bilen için her yerdedir...

MUTLU YILLAR.......


17 Aralık 2011 Cumartesi

Fanatiklik...

Nasıl bir duygudur fanatiklik bilmiyorum..., ben hiç bir konuda fanatik olmadım bugüne kadar...
Lakin, fanatik kişilere ve davranışlarına pek çok kere şahit oldum hayatım boyunca...

"Bir kimseye ya da bir şeye aşırı derecede coşku ve tutkuyla bağlı olan (kimse). İnançlarında katı olan, bağnaz..."  fanatiğin sözlük anlamıymış.

Tek başına "tutku ve coşku" olaylara karşı insanı mutlu kılan, dinç tutan, hatta her türlü başarının temelini teşkil eden bir olgu bence...
Lakin bu duygunun aşırı derecede olması, hele hele bağnazlık raddesine varması, kişinin hem kendisine hem de etrafındakilere zarar verme olasılığını güçlendiriyor.
Böyle bir durumda çoğu zaman kırıcı, yıkıcı, hasar verici durumlar ortaya çıkabiliyor. Çünkü fanatik diye adlandırılan kişiler, bağlı oldukları kişiye istemeden  kötü davranabiliyor, veya inandıkları şey uğruna, heyecan kisvesi altında olmadık davranışlarda bulunabiliyorlar.

Bu sabah gazete okurken, sevgili eşimin yarın oynanacak Fenerbahçe-Trabzonspor maçı için bugünden kapıldığı heyecanı gözlemledim. Fenerbahçe ile ilgili gelen bir maili, oğlumla bana gösterip  duyduğu büyük heyecanı bizimle paylaşırken, maalesef istediği coşkuyu alamayınca "seyrederken benim tüylerim diken diken oluyor, demek ki siz normal insan değilsiniz" diyerek bizi kapsam dışına almaz mı!...
Arkasından da "Yarın sabahtan itibaren akşamki maç için her türlü hazırlığı yapacağım, bizim için çok önemli" diyerek, yarın bana hiç dokunmayın'ın da aynı zamanda sinyalini vermiş oldu bizim "fanatik Fenerli"...:))

Hadi hayırlısı bakalım...sevgili eşimin ve tüm fanatik Fenerbahçe'lilerin yarın yüzleri güler inşallah...


8 Aralık 2011 Perşembe

Aşure yaptım

Çocukluğumda, eskiler "Muharrem ayı geldi" derlerlerdi. Muharrem'in 10 da Aşure günüymüş.
O zamanlar benim için önemli olan, evde aşure pişirilecek olmasıydı sadece, gerisi hiç önemli değildi...
Tek beklediğim şey, halamın kocaman bir tencerede aşure yapmasını müteakkip, görevlendirildiğim komşulara dağıtım faslını hemen bitirip, ılık ılık yiyeceğim aşureydi.
Aşureyi pek güzel yapardı rahmetli halam. 1 gün önceden özenle seçtiği tüm malzemeyi ayrı ayrı suya koyar, itinayla pişirir, tüm komşu ve akrabalara dağıtırdı. Hatta o günlerde halamın aşuresini yemek için gelen misafirler bile olurdu.
Ben aşureyi çok sevmeme rağmen, halamdan sonra damak tadıma uygun yapılmamış hiç bir aşureyi yiyemedim. Yapmakta biraz emekli olduğundan, ancak 1-2 defa nadiren bulduğum zamanlarda yapabildim.
Lakin son 10 senedir her Muharrem ayında mutlaka yapıp, halamı rahmetle anmayı ihmal etmiyorum.
Bu sene de yaptığım aşure harika oldu, gelenlere ikram edilir...:)


19 Kasım 2011 Cumartesi

Giden gemilerin ardından...

"Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan..."

Dün yine bir arkadaşımızın babasının cenazesinden dönerken "bu sene ne çok ölüm haberi duydum" diye düşündüm...
Şehitler...depremzedeler...açlıktan ölenler...isyanlarda katledilenler...cinayete kurban gidenler...vs.
Türkiye ve dünyada ölüm haberleri gittikçe çoğaldı gibi geliyor.
Bir de çevremde şahit olduğum ölümler var ki, sanki 2 senedir onlarda arttı. Daha sık duymaya başladım tanıdıkların ölüm haberlerini...
Pek çok  arkadaşım, anne  babasını son 1- 2 senede kaybetti mesela.
Bu bir tesadüf mü bilmiyorum !...
Ölümü metanetle karşılamak çok yakın kayıplarda elbette zor, ama yine de Allah sıralı ömür versin demekten başka elden birşey gelmiyor.
Çünkü maalesef vakit gelince gemi beklemiyor, meçhule doğru yola koyuluyor ve geriye kalanlara da gözleri nemli arkalarından bakmak kalıyor...


13 Kasım 2011 Pazar

Özledim...


Uzun zamandır bana yıllar ay, aylar hafta, haftalar da gün gibi geçip gidiyormuş gibi geliyor...
Dünya 2000 yılından sonra daha hızlı dönüyor herhalde, diye düşünüyorum kendimce...
Okul yıllarımda günleri zor geçiren, yılların uzunluğunun hesabını yapamayan ben, artık zamana yetişemez oldum.
16 yıl önce bugünü sanki daha birkaç yıl önceymiş gibi hatırlıyorum...
Bazen, o günlere sadece 1 gün bile olsa dönme şansı verilse ne yapardım diye düşünürüm...
Kocaman bir "hiç" oluşur kafamda...ve o gün yaptığımdan daha başka birşey yapamazdım ı hissetmek bile rahatlatır beni çoğu zaman...
Bugün canım babamın 16.ölüm yıldönümü....ve ben onu çok özledim....


1 Kasım 2011 Salı

Bugün 1 KASIM

Yine Kasım ayı geldi...
Bana mı öyle geldi bilmiyorum, çok çabuk geldi...
1 sene daha geçmiş üzerinden....
Bu sabah yine aynı serzenişte bulundum...."Bugün 1 Kasım, sevmiyorum ben bu ayı"...
Her konuda pozitif düşünmeye çalışan ben, bu konuda pozitif olamıyorum, beceremiyorum belkide, ya da becermek istemiyorum!... sevmiyorum ben bu ayı ve hiçbir zaman da sevmeyeceğim.

23 Ekim 2011 Pazar

Arkadaş


 "Eski zamanlarda savaşa giden savaşçılar arkalarından saldırıya uğramamak için  sırtlarını bir taşa dayarlar ve kendilerini böyle korurlarmış. Bu taşa arkataş veya arkataşı denirmiş. Savaş alanına inen savaşçı arkasını dayayacak taş olmadığı için başka bir savaşçıyla sırt sırta verir birbirlerinin arkalarını korurlarmış.Yani birbirlerine arkataşı, arkataş olurlarmış. Zamanla kelime arkadaş olmuş."

  Arkadaş: İyi zamanda olduğu gibi, zor zamanlarda da yanında olan, sizi koruyan, destek olan kişidir.


Yollar vardır....gitmek istersin... başlarsın yürümeye, ama bakarsın uzun gelir, bir türlü varamaz, ulaşamaz geri dönersin,... ya da gitmek istersin de gidemezsin, aklın, yüreğin istese de ayağın adım atamaz gibi olur, vazgeçersin...

Bazen çiçek bahçeleri vardır çevrende, çeşit çeşit meyve ağaçları...mis gibi kokularını duyarsın...
Yağmur olur kimi zaman, bazen de kar kaplar o yolları...
Engel hep vardır, umutların çok olduğu gibi...
Bazen taşlarla, kayalarla bezenmiştir önün arkan sağın solun...aşamazsın birtürlü...
Yarlar oluşmuştur etrafında, sanki adımını atsan düşecekmişsin gibi gelir...

Ama aslında hep yürümek istersin...

Yürürken de yanında, yolculuğunda eşlik edecek, kimi zaman baston olacağını bildiğin, düşerken elini tutacağından emin olduğun  bir yoldaş, bir arkadaş  ararsın...



11 Ekim 2011 Salı

Aydınlık Günler...


Gurbet bitti, uzaklık bitti, hasret bitti, özlem bitti, kaygı bitti...
Yaşasın... oğlum artık Türkiye'de.
Hem de Ankara'da, hem de evimizde, hem de yanımızda...
Ne çok özlemişim, evde varlığını hissetmeyi, ayak seslerini, bakışını, gülüşünü, yemek yiyişini...
Geri dönmeyecek oluşunu, gün saymamayı çok özlemişim...
Artık yanımızda olacağını bilmek huzurlu kılıyor beni...
En önemlisi aslında, onun huzurlu  ve mutlu olduğunu hissetmek...
Herşey rayına girecek, taşlar yerine oturacak zamanla...ve O daha mutlu olacak ailesiyle, sevdikleriyle, onu sevenleriyle...
Yeni başlangıçlar yaşayacak, belki de yeni sonlar...
Yeni tercihler, yeni kararlar hep olacak hayatında...
Her zaman umutla bakacak hayata...ve biz yaşam boyu onun yanında, arkasında olacağız, gururla, sevgiyle...


8 Ekim 2011 Cumartesi

Hayatımızın anlamları...


Ne kadar önemlidir bir evlat için anne ve baba....kıymetlerini elbet biliriz ama, ancak onları kaybettiğimizde anlarız hayatımızdaki asıl anlamlarını, yüreğimizdeki engin değerlerini...
Onları kaybettiğimiz gün, insanın kendini en güçsüz, en aciz hissettiği an olmalı diye düşünüyorum ben...
Hayatta en güvendiğimiz kişi, her ne olursa olsun hep bizi sevdiğini ve her zaman seveceğini, ihtiyacımız olduğunda yanımızda olacağını bildiğimiz, kendimizi  yanında her daim güvende hissettiğimiz kişi yok artık...

Bugün gazetelerde Başbakanın annesiyle olan fotoğrafını gördüğümde düşündüm bunları...
Annesine sarılırken yüzündeki mutluluk ifadesi çok şey anlatıyordu aslında...
O an orada bir başbakan yoktu, yapmacıklık yoktu. O hırçın, sert, kızgın adam hiç yoktu.
Sadece annesinin yanında olmaktan dolayı mutluluğu yüzüne yansımış bir evlat vardı.
Annesini yitirdiği gün, belki hayatta en aciz kaldığı gündü Başbakanın...

Bu duyguyu eminim en iyi anlayanlar anne ve babasını kaybedenlerdir...
Kaç yaşında olursa olsun, anne ve baba kaybı hayatında bir dönüm noktasıdır her evladın...

Tüm yitirilmiş anne ve babaların mekanları cennet olsun....

27 Eylül 2011 Salı

Adalardan geldim

Son bir kaç senedir isteyip de gidemedeğim yerdi Bozcaada...
Geçen sene arkadaşlarla gitmeyi planlamış, ancak elde olmayan nedenlerle kısmet olmamıştı gidip görmek.
Bu sene eşimle, Bayramdan sonra Bozcaada ve Çanakkale'ye gitsek diye konuşurken, geldi haber... Eşimin okul arkadaşları Bozcaada, Avşa gezisi için program yapıyorlarmış.
"Biz de onlarla beraber gidelim mi?" diye sordu bana. "Olabilir, programa bak, uyarsa gidelim" dedim.
Daha O sormadan haber geldi, katılım az olduğundan iptal edilmiş gezi...
Ben herşeyin bir gerçekleşme zamanı olduğuna inanırım her zaman. Çok istediğim herşey oldu bugüne kadar çok şükür. Kimisi hemen, kimisi daha sonra, vakti geldiğinde oldu, ama hep oldu.
O gün, bu seyahatin bizim için henüz vakti gelmediğini düşündüm ve zamana bıraktım.
Lakin sevgili eşim yakın arkadaşlarını arayıp, 3-4 kişi bile olsa biz ayarlayıp gidelim diye konuşmuş.
Neticede 7 kişi 6 gün harika bir gezi yaptık. Bursa, Bozcaada, Assos, Çanakkale, Erdek, Avşa ve civarlarını gezdik. Herşey spontane idi. Beğendiğimiz yerde kaldık, istediğimiz yerde yedik içtik gezdik.
Ben 2 arkadaşını tanıyordum eşimin, diğerleriyle yeni tanıştım, ama hepsi çok kafa dengi, uyumlu insanlardı. Hepimiz keyifle geçirdik seyahatimizi.
Görmeyi çok istediğim yer olan Bozcaada gerçekten güzeldi, çok beğendim.
Özellikle ilk defa yediğim domates reçeline bayıldım.

















Çanakkale ve Assos zaten görülmesi gereken yerler...



Erdek çok değişmiş, bence 35 sene önce daha güzeldi...

Avşa adasında sezon bitmiş ama, yine de görülmeye değer güzel bir yer...
















Zaman yetersizliğinden Gelibolu'ya geçemedik. İnşallah seneye Kaz dağları ile  Gelibolu'yu da görmek kısmet olur.


11 Eylül 2011 Pazar

Adı "umut"...

Tıpkı "Sevgi" gibi güzel kılıyor hayatımızı "Umut"...
Her yeni gün bir umut aslında insan hayatında...
Hata yapmak, iş değiştirmek ve her defasında yeniden başlamak için cesaret veren tek şey "Umut"...
Umutla bakabilmek herşeye, Tanrı'nın verdiklerini sevgiyle kabul etmek...
Bir daha, belki bir defa daha başlamak kaldığımız yerden, sevgiyi ve umudu yüreğimizde hep taşıyarak...
Hayata umutla bakarak...



31 Ağustos 2011 Çarşamba

Nasıl hatırlanmak istiyoruz?

*****
"Sen de dedem gibi ölecek misin..?"
Bu sözler odada yoğun bir sessizlik yaşanmasına neden olmuştu. Geçirdiği ameliyatlardan sonra kendini pek toparlayamamış olan yaşlı kadını, torunu ve kızı ziyarete gelmişlerdi. Küçük çocukları hasta ziyaretine kabul etmememize karşın, kısa süreli bir ziyaret için izin koparmışlardı.
Hastanın odasında ana kız konuşup dertleşirken, torun araya girip sormuştu bu soruyu. Kafamı eğip, elimdeki dosya ile ilgileniyormuş gibi yaptım. Hastamız torununu yatağın kenarına oturttu, ellerini tutarak yanıt verdi:
- Şimdi değil tatlım, iyileşip eve döneceğim merak etme, hemen ölmeyeceğim. Ama er veya geç hepimiz öleceğiz.
Torunu bu yanıttan pek hoşnut olmamıştı anlaşılan:
- Ama bu haksızlık anneanne. Ölünce onları bir daha göremiyoruz. Dedemi çok özledim ben.
- Merak etme, insanlar ölünce görünmez olurlar, ama hepten yok olmazlar.
Ufaklık bir süre anneannesinin boynundaki kolye ile oynayarak düşündü. Sonra “peki insanlar ne oluyor ölünce..?" diye sordu.
Anneanne önce bana, sonra kızına baktı ve torununun saçını okşayarak;
- Bir şekilde aramızda oluyorlar ölenler. Kimi bir renk, kimi tat veya koku, kimi de bir dokunuş olup geri geliyorlar. Mesela rahmetli annemin yaptığı puf böreğini hiç unutmadım ben. Nerede o kokuyu veya tadı bulsam, annemin orada yanımda olduğunu bilirim. Dedeni ise saçlarımdaki dokunuş ile hatırlarım. Nerede bir rüzgar saçlarımı okşasa dedenin yanımda olduğunu düşünür, sevinirim.
- Peki sen ölünce ne olup geleceksin anneanne?
- Onu sen bileceksin. Beni nasıl hatırlamak istersen, o şekilde geleceğim yanına.
Ziyaret kısa sürmüştü. Onlar odadan çıktıktan sonra hastamız torununu çok özlemiş olduğunu belirterek, ziyarete engel olmadığımız için teşekkür etti.
- Bu küçük torunumu büyüğünden daha çok seviyorum doktor bey.
- Torunlarınız arasında ayırım yapmamanız gerekmez mi..?
- Haklısınız ama, böyle olmasında biraz da kızımın kabahati var. İlk çocuğunu çabuk büyütmeye çabaladı. Kendince başardı da. Ama hepimizden uzak soğuk, ağır biri oldu çıktı büyük torunum. Şimdi hepimiz yakınıyoruz ama iş işten geçti.
- Neden böyle oldu?
- Ne yazık ki, kızım da diğerleri gibi, zamane annelerinden oldu. Çocuğumu en iyi şartlarda, en iyi okullarda, en iyi eğitim ile yetiştireceğim diye tutturdu. Çocuğun almadığı ders kalmadı neredeyse. Bale, piyano, tenis, yüzme dersleri yetmedi, kolejlerde okuttu. Onunla birlikte ders çalışıp, sınavlara birlikte girdi sanki. Şimdi adı sanı duyulmuş kolejlerden birinde okuyor. Ama hepimizden uzaklaştı. Derslerinden başka birşeyle ilgilenmeyen, oyun bilmeyen soğuk, ağır biri oldu.
Bir süre sustu, soluklandı yaşlı kadın. Elimi tutup yatağında doğruldu. Yastıklarını düzelttim.
- Zamane anneleri böyle oluyor işte. Çocuk yetiştirmeyi yemek yapmak sanıyorlar. Parayı bastırıp en donanımlı mutfakta, en iyi malzemeleri kullanırsa yemeğin mükemmel olacağını hayal ediyor, ortaya çıkan yemeğe bakıp neden lezzetli olmadığını soruyor, kabahati mutfakta veya malzemede arıyorlar. Kendilerinde hiç kabahat bulmuyorlar. Halbuki elinin emeği, sabrı, özeni olmadıkça lezzeti yakalayamazsın. Hele bir sarma sarsınlar da göreyim ben onları. Bu kez de "o kadar emek verdim, kimseye yedirtmem" diye tutturur bunlar gerçi. Sanki analarından böyle gördüler. Hayat kolaylaşıp hızlandıkça, her şeyin aynı kolaylıkla yapılacağını sanıyor bu zamane anneleri. Çocuklarını da çabuk büyütmeye uğraşıyorlar. Onları hızlı yaşlandırdıklarının farkında bile değiller.
- Yani?
- Çocuk bu, yetiştiği ortamdaki insanlara, anne babasına benzeyecek elbet. Çocuk onlara benzemeye başladıkça, anneler kendi beğenmediği yönlerini çocuklarında görüp kızıyor, nerede hata yaptıklarını bulmaya çabalıyorlar. İkinci çocukta ise, o ilk heves kalmıyor da öyle kurtarıyor onlar kendilerini.
Boğazı kurumuştu. Bir yudum su içip eskiden ailelerin ilk çocuklarının ağabey ve abla ağırlığı ile yetiştirildiğini, ilk çocukların aileyi iyi yansıtma görevi olduğu için daha değerli olduğunu, ama artık devrin değiştiğini, ailelerin kendilerini değil de hayallerini çocuklarına yüklediğini, ilk çocuktan sonra gelenlerin ise daha özgür olgunlaşıp aileye daha çok benzediğini anlattı.
Birkaç gün sonra hastamızın baş ucunda suluboya bir resim vardı. Mavi gökyüzünde sapsarı güneş ve bir de uçurtma uçuran bir kız çocuğu vardı resimde. Hastamız resim ile ilgilendiğimi görünce okumakta olduğu gazetesinden kafasını kaldırıp lafa girdi:
-Torunum benim için yapmış bu resmi doktor bey. Resimdeki kız kendisiymiş. Karar vermiş, ben ölünce resimdeki gökyüzünün mavisi olacakmışım onun için. Gökyüzüne her baktığında benim yanında olduğumu bilecekmiş böylelikle. Bu sımsıcak güneş ise dedesiymiş.
Gözleri dolmuştu. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. "Torunumun gözünde gökyüzünün mavisi olacakmışım, dedesi de hepimizi ısıtan güneş. Daha ne olsun?" dedi.
Öğle arasında bahçeye çıktım. Yağan yağmurun ardından, masmavi gökyüzünde açan güneş, alabildiğine hissettiriyordu sıcaklığını artık.
Yaşlı hastamla torununu düşündüm. Sonra da kendimi...
Peki ya biz... Biz nasıl hatırlanacağız..?
Aslında doğru soru, “Nasıl hatırlanmak istiyoruz..?”

Unutmamak gereken birşey vardı; hatırlanma şeklimizi kişiler değil, ardımızda ve başkalarının yaşamında bıraktığımız izler belirleyecekti..!

*****
ALINTI

26 Ağustos 2011 Cuma

Küçüçük bir mutluluk....

İnsan hayatındaki mutluluklar, en az yaşadığımız mutsuzluklar kadar çoktur herhalde...
Kimi zaman duyduğumuz bir müzik, açan bir çiçek, soluduğumuz toprağın kokusu, yağan yağmur, gökyüzünde parlayan güneş, belki uçan bir kelebek bizi mutlu etmeye yetebilir.
Veya gülen bir bebek, neşe ile oynayan çocuklar...
Daha pek çok şey mutlu olmak için ufak tefek nedenlerdir aslında...
Mühim olan gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımızdan küçük sevinçler, mutluluklar çıkarmak değil mi? 

Ben geçen gün, son 1 haftadır açmasını beklediğim zambağımı, o sabah açmış görünce yaşadım o mutluluğu...






Gidip, gelip sevdim çiçeğimi, ona iltifatlar yağdırdım böyle güzel açtığı için...
Diğer bitkilerim de çiçek açtığı zaman çok seviniyorum ama zambaklarım bir başka önemli hayatımda...
Annemin zambakları onlar, belki 45 senelik çiçekler...
Babam evlendiğim zaman vermişti onları bana...
Uzun seneler açmamışlardı, daha sonraları birkaç senede bir açmaya başladılar ve son 2-3 senedir de, senede 1 soğan açıyordu sadece bir tanesi...
Bu sene aynı zamanda değil ama 3'ü birden çiçek açtı.
Çok güzeller çok...

Tabi benim de onlarla birlikte gözüm gönlüm açıldı, keyiflendim, mutlandım...



15 Ağustos 2011 Pazartesi

"En mutlu an" olsun...

2011 yılına girerken, kendim ve sevdiklerim için "Bu yıl hayatımızın en güzel yılı olsun" diye dilekte bulunmuştum.
Üzerinden neredeyse 8 ay geçti...
Herkese farklı şeyler gösterdi hayat, bazen mutlu bazen mutsuz olduk yaşadıklarımızla...
Kimi zaman da kötü dediğimiz olaylar, belki şans getirdi hayatımıza veya mutluluklarımız istemeden mutsuzluğa dönüştü zamanla...


Ben birkaç senedir, yaşamın bana sunduklarını sevgiyle kabul etmenin hayatımda daha olumlu etkiler bıraktığını gözlemledim.
Artık daha çok oluruna bırakıyorum olayları, bazı düşüncelerimde israrcı olmuyorum artık... ve daha az yargılıyorum bana olumsuz gelen davranışları, insanlarla empati kurmaya gayret ediyorum.
Olmasını çok istediğim bir şey için yapmam gerekeni yapıp, bırakıyorum evrene... ve Tanrının zamanı geldiğinde onu bana göndereceğine inanıyorum.
Bazı olumsuz gibi görünen olaylar, sonradan mutluluklara vesile oldu hayatımda; ve ben artık, Tanrı'nın bana yaşamda sunduğu herşeyi yargısız kabul edip, bunlardan ders almayı öğrendim.
Hep bir nedeni vardır diye düşündüm başımıza gelen iyi ve kötü olayların veya rastlaştığımız kişilerin, önümüze çıkan engellerin, hatta bizde ve yakınlarımızda görülen pek çok hastalığın, erken dediğimiz ölümlerin...
Mutlaka başımıza gelenlerden çıkarmamız gereken bir ders, öğrenmemiz gereken bir yaşama amacımız olmalı diye düşünüyorum bu hayatta...

Bunu  anlamaya, anlamayı başarmaya.... ve Tanrı'nın bana bahşettiği ömrün her anının değerini bilmeye çalışıyorum...



7 Ağustos 2011 Pazar

Bir varmış, bir yokmuş...

Bir zamanlar, ülkenin birinde bir adam yaşarmış. Karısı ve çocukları tarafından çok sevilen bu adamın uzun süredir çözemediği küçük bir sorunu varmış.
Boğazına pek düşkünmüş bu adam, yemeği çok severmiş. Yemeklerden pilav, köfte, patates ile börek, çörek, kek, kurabiye türü hamur işlerine dayanamaz, mutlaka yermiş. Hafif göbeğini de "göbeksiz erkek balkonsuz eve benzer" diyerek görmemezlikten gelirmiş.


Gel zaman git zaman, göbek çevresi daha da genişleyip, gıdısı aşağıya doğru sarkmaya başlayınca, dağa bayıra vurmuş kendini; dağa tırmanmış, ormanda koşmuş, nehirde yüzmüş... Lakin hiçbiri fayda etmeyince kendince yediklerini kısıtlama yoluna gitmiş. Hamur işlerini mümkün olduğunca, tatlıyı da tamamen kesmiş. Sonrada kendisine 1 hafta süre verip, bu süre içerisinde kilo vermeyi hedeflemiş. Süre sonunda da  mükellef bir yemekle kendini ödüllendirip, arkasından da tatlı yemeyi planlamış.

Günler birbirini kovalamış ve nihayet beklenen gün gelmiş çatmış...
Adam kendinden emin tartıya çıkmış. Aman Allahım o da ne...! Kilo vermek bir yana, üstelik üzerine kilo bile almamışmı...!!!?
Gözlerine inanamamış, birkaç defa tartıya çıkıp inmiş, ama sonuç hep aynıymış...
"Bu tartı bozuk herhalde" diye karısına seslenerek girmiş mutfak kapısından, yüzü asık, gözleri hayret ve şüphe içerisinde bakarken...
Karısı başlamış gülmeye.... Aslında farkındaymış, adamın yediklerinin hep kalorili şeyler olduğunun, ama birkaç uyarının haricinde müdahale etmek istememiş yediklerine...
Adam  tatlı yememiş ama, rejim  kisvesi altında götürmüş bademleri, cevizleri, hatta kocaman  kadınbudu köftelerden bir oturuşta 6 tane birden yemiş, hem de diğer yemeklerin yanında...
Sonunda kendisi inkar etse de tartı inkar etmemiş yediklerini...

"Bu sana ders olsun" demiş karısı "bundan sonra yediklerine daha dikkat et."
Adam karısına hak vermiş, "bundan böyle az yiyeceğim" demiş.

VE...İkinci haftanın sonunda tartıdan, ilk hafta aldığı kilonun iki mislini vermiş olarak inince çok sevinmiş ve morali yerine gelmiş...

Bu tabi ki hikaye ama, mühim olan hikayenin 'anafikri' ve hepimizin bundan çıkaracağı ders....


6 Ağustos 2011 Cumartesi

Küçük ev

Orada bir ev var uzakta...
Gitmesem de, kalmasam da, o ev benim olmasa da...
Ormanın içinde, yeşillikler arasında 2 veya 3 katlı bir ev var orada...

Hep görüyordum o küçük evi pencereden, Elma dağın eteklerinde, ormanın tam yanında, ağaçlar arasında...
Ama düne kadar hiç bu kadar dikkatli incelememiştim ...
Sanki  ilk görüyormuşum gibiydi...
Yanından dağa doğru toprak bir yol geçiyor.
O yolu hiç farketmediğimi düşündüm. Belki yine farketmeyecektim, eğer bir araba geçmeseydi..

Çoğu zaman bakıp da görmüyoruz pek çok şeyi...
Fark etmiyoruz çevremizde olanları, yanımızdan geçenleri, hatta duyduklarımızı, söylenenleri bile farklı algılıyoruz, o andaki duruma göre...
Ya da neyi nasıl ve ne kadar gördüğümüzü, bakış açımız farklılaştırıyor...
Ne görmek istiyorsak onu algılıyor beynimiz, çoğu zaman.

Tıpki benim, o küçük evin farkındalığına daha yeni vardığım gibi...

28 Temmuz 2011 Perşembe

Zeynep


Bankaya ilk başladığım yıllarda, başta iş ahlakı, ciddiyeti, sorumluluğu ve disiplinini yıllarca örnek aldığım bir şefim vardı...adı Zeynep.
Dosyaların ve evrakın nasıl incelenmesi gerektiğini; tebliğ ve genelgelerin güncel olarak takip edilmesi gerekliliğini, mevzuat güncellemesi ve yorumlamasının  işteki başarıda ne derece önem arz ettiğini,  hep ondan öğrendiğim ben...
Kambiyoculuk başarımın temelinde yatar Zeynep'den öğrendiklerim...

Dün bir arkadaşımla sohbet ederken, telefonu çaldı. Arayan gıyaben benim de tanıdığım okuldan eski bir arkadaşıydı.
Telefonu kapatınca, arkadaşının güzelliklerinden bahsederken, laf arasında geç evlendiğinden, hiç çocuğu olmadığından, kocasının ikinci eşi olduğundan, ilk eşini hastalıktan kaybettiğinden bahsedip, "iyi bir insandır kocası Kudret, bende çok severim" dedi.
O anlatmaya devam ederken, neden ve niçin olduğunu anlamadığım bir duyguyla birden Zeynep geldi aklıma...
Belki sadece çağrışım yaptı bilmiyorum...onun kocasının adı da "Kudret" ti...
Ve ben onu en son, Zeynep'i sonsuzluğa yolcu ederken, mezarı başında görmüştüm 27 sene önce...

Sessiz sakin, kendi halinde bir insandı Kudret bey...
Çok severlerdi Zeynep'le birbirlerini...
Arada almaya gelirdi bankadan Zeynep'i; O servisin kapısından girdiğinde gözleri parlardı Zeynep'in...
O kötü hastalığa yakalandığında en büyük desteği Kudret bey vermişti ona...
Ve ben onu, kapkara olmuş olarak gördüğümü hatırlıyorum en son, Zeynep'in mezarı başında...
Sonra, seneler sonra duyduk ki, Kudret bey tekrar evlenmiş...

Dün arkadaşım, kendi arkadaşını anlatırken geldi aklıma bütün bunlar...
Ona da söyledim aklıma gelenleri, saçma olduğunu bile bile...
"Olabilir" dedi, "belki bu Kudret, o Kudret'tir." Onun karısı da hastalıktan ölmüş ve Kudret uzun yıllar evlenmeyi reddetmiş. Hatta evlendikten sonra bile, bir süre yeni duruma adapte olamamış.
Aklıma birden soyadını sormak geldi...
Evet, gerçekten o Kudret bu Kudret'ti...

"Ne garip bir tesadüf" diye düşündüm. Bu kadar sene sonra, bir isim bana Zeynep'i çağrıştıracak, hiç alakası olmayan bir kişiye ben bu geçmişi anlatacağım...ve nereden nereye...
Belki  de tesadüf diye bir şey yoktur hayatta, kimbilebilir ki?...

Işıklar içinde yat Zeynepciğim, mekanın cennet olsun...



23 Temmuz 2011 Cumartesi

Müziğin gücü


Bugün bloğuma müzik bölümü ekledim. Çok güzel, dinlendiren türden müzikler...
Hani insan dinlerken rahatladığını hisseder ya, işte öyle birşey...
Tam meditasyon oluyor dinleyene...

Aslında ne kadar ihtiyacımız var kafa boşaltmaya, biraz daha sakin ve dingin bir hayatı yaşamaya...
Daha az üzülmeye, daha çok mutlu olmaya...
Artık kederlendiren haber duymamaya, hep sevinçleri paylaşmaya...

Ne çok ihtiyacı var  hepimizin sevgiye, saygıya, kardeşliğe...

Keşke herşey bu müzikler gibi huzur verse insana...

Artık barış dolu bir dünyayada yaşamayı umuyor ve diliyorum, kendim için, sevdiklerim için ve tüm dünyadaki canlılar için...

19 Temmuz 2011 Salı

Deniz ve mehtap

Tatile gitmek ve keyifli bir tatil geçirmek insana mutluluk veriyor.

Biz de 19 günlük tatilimizi şimdilik noktalayarak  Ankara'mıza döndük.

Keyifle geçti tatilimiz, keyfimizce vakit geçirdik sevgili eşimle...

Bu sene deniz harikaydı Alanya'da, biz de doyasıya yüzüp, keyfini çıkardık denizin...

Zaten çocukluğumdan beri denizde yüzmek, kokusunu hissetmek, dalgaların sesini dinlemek bana apayrı bir huzur ve mutluluk verir.

Ama Temmuz'un ikinci yarısından itibaren Agustos'un sonuna kadar Alanya'da bulunmayı artık sevmiyoruz. Daha doğrusu sıcağına artık tahammül edemiyoruz. O tarihlerde Ege ve Karadeniz bizim için çok daha elverişli yerler oluyor.

Ankara'yı da seviyorum yazın, her ne kadar pek bu fikrime katılan olmasada...

Ben bir süre Ankara'nın keyfini çıkaracağım.

Sonrada yol bizi nereye götürürse artık...

Darısı herkesin başına...


17 Haziran 2011 Cuma

Haziran DOLUsu...

Soğuk kış günlerinde pencereden karı, baharlarda yağan yağmuru seyretmek, benim gibi pek çok kişiyi de mutlu ediyordur diye düşünüyorum...

Kar ve yağmur güzel de, yağan dolu olursa pek çok şeye zarar veriyor maalesef...

Dün öğlen Ankara'ya yağan limon büyüklüğündeki dolu gibi...


Dolu yağışını birkaç kez pencereden izlemiş, ama hiç dolu yağarken dışarıda olmamıştım.

Dün öğlen vakti, kızımızın diploma törenine gitmek üzere eşimle arabaya bindik. Dışarıda yağmur yağıyordu. Daha Konya yoluna yeni çıkmıştık ki, bir anda şiddetli bir dolu yağışı başladı. Arabanın üzerine ve camlarına düşen dolu taneleri sanki taş yağıyormuş gibi gürültü çıkartıyordu.


Biz dahil bütün arabalardakiler ne yapacağını şaşırmış bir şekilde, kimi arabasını sağa çekip duruyor, kimi yol ortasında ne yapacağını bilemeden bekliyordu.

Eşim korkuyla arabayı sürmeye çalışırken, ben de patlama olasılığına karşı, bir elimle camı tutup, diğer elimdeki çantamı da suratımı korumak için kafama siper ediyordum. (Şimdi düşünüyorum da can korkusuyla pek komik bir durumdaymışım:)))

Sanki o an dünyanın sonu gelmişti...!

Zorla, 500 metre ilerideki bir benzinciye attık kendimizi. Ancak benzincinin arkasında yarı kuytu bir yer bulabildik arabamıza ve dolunun geçmesini beklemeye başladık.


Her yer 10 dakika içerisinde kar yağmış gibi bembeyaz olmuş, kimi arabaların tekerlekleri dolunun içine gömülmüş, kimisi de patinaj yaparak kayıyordu.

15-20 dakika sonra dolu kesilip, yağmura bıraktı yerini. Biz de arabanın üzerindeki doluları büyük bir uğraşla temizleyip, ağır ağır yola koyulduk.

Konya yolu gidişi tamamen kapanmıştı. Arabalar kaymamak için oldukları yerden kımıldayamıyorlardı.

Biraz yol almıştık ki, sanki biraz önce yaşadıklarımız hayalmiş gibi, yolda sadece yağmurun ıslaklığı kaldı.

Biraz geç olsa da kızımızın diploma törenine yetişebildik.

Hiç durmadı eve gelene kadar yağmur...

Bereketiyle geldi kızımızın diploması...












11 Haziran 2011 Cumartesi

Rüyam "gerçek" oldu

Genellikle sabaha karşı gördüğüm rüyaları, çoğu zaman uyandığımda hatırlayabiliyorum.

Eğer beni mutlu eden rüyalarsa, bütün gün keyfini çıkarıyor, hatta yorumlamaya çalışıyorum kendimce...

Uzun senelerdir yaşadığım bir rüya gerçeği var ki; ya ben yaratıyorum, ya da yaratılıyor, bilmiyorum...!

Birileriyle kucaklaştığımı, sevdiklerime sarıldığımı veya öptüğümü gördüğümde, rüyamdaki kişi veya kişilerle aynı gün veya birkaç gün içerisinde tesadüfen karşılaşıyor, onlardan haber alıyor veya görüşüyorum.

Perşembe günü sabaha karşı, canım oğlumu gördüm rüyamda...

Türkiye'ye gelmiş. Uzanmış yatıyor yatakta, ben de yanına uzanıp, bir yandan sarılıp öpüyor, bir yandan da sohbet ediyorum onunla...

Uyandığımda ilk işim, ona mesaj atmak oldu. (Her rüyama girdiğinde sağlık haberlerini almak için mutlaka ararım.) İyi olduğu haberini aldım, ama hiç gelmekten bahsetmedi. Ben de zaten buna ihtimal vermediğimden sorma gereği bile duymadım. Rüyamı eşime anlatıp "hayırdır inşallah" deyip geçtik.

Cuma sabahı saat 8.30 a geliyorduki, eşimin cep telefonu çaldı. Kendisi henüz uyanmamışti ve bu saatte onu pek kimse aramazdı...

Telefona baktım...arayan oğlumdu. "İstanbul'dayım" diyordu, "Beni 9.45 de havaalanından alabilirmisiniz?"...

Hem çok şaşırmış, hem de çok, ama çok sevinmiştim.

Rüyam beni yine yanıltmamış, bu sefer de gerçek olmuştu...


7 Haziran 2011 Salı

Kakaolu, cevizli kek

Bugün bir tembellik oturdu adeta üzerime, hiç canım dışarı çıkmak istemedi...

Halbuki hava çok güzel, güneşli ve hiç yağmur bulutu yok gökyüzünde...

Gazete ve kahve keyfimin arkasından, pasta türü birşeyler yapmak için mutfağa girdim. Ne yapsam diye bakınırken, aklıma epeydir kek yapmadığım geldi. Canım brownie türü birşeyler istiyordu. Lakin onun hepimiz için biraz ağır geleceğini düşünerek, kakaolu, az şekerli, daha masum bir kek yapmaya karar verdim.

Malzemeleri karıştırırken, "cevizde yakışır buna" diye düşünüyordum ki, kızımın içinde meyve ve kuruyemiş olan kekleri pek sevmediği geldi aklıma.

Ben de malzemeyi 2 ayrı kek kalıbına paylaştırarak, birinin içine ceviz koyup (ağıza gelecek cinsten), portakal kabuğu rendeledim.

Harika oldu...


Bugünkü yazımı, bloguma değişik katkılarda bulunan, çok sevdiğim bir arkadaşıma ithaf ediyorum.
Onun istediği gibi olmadı ama, çalışacağız artık...!

Bekliyorum arkadaşım, çayı koydum...


3 Haziran 2011 Cuma

Bencillik

''Bencillik; canınızın istediği gibi yaşamak değil, başkalarından sürekli kendi istediğiniz gibi yaşamalarını talep etmektir.''
                                                                      Oscar Wilde

"Ben" duygusu yaradılışımızın içinde olan, kişilik yapımıza göre dışa vurduğumuz, veya engelleyebildiğimiz bir dürtü...

"Bencillik" ise biraz daha güçlü bir kavram, "Ben" in çok gelişmiş hali sanki...

Hepimizin içindeki "ben" in baskın olma şekli...

"Ben" duygusu kuvvetli olan kişiler, "Oscar Wilde" in dediği gibi, bir yandan canlarının istediği gibi yaşamaya çalışırken (ki ben, hayatı yaşarken, kimseye zarar vermemek kaydıyla, kişisel mutluluğumuzu da önceliklerimiz arasına almamız gerektiğini düşünürum), diğer yandan da başkalarını  kendi çizdikleri yola , bazen sorgusuz sualsiz, bazen cebren ve hileyle, bazen de duyguları işin içine katarak, dahil etmeye çalışırlar.

En basit örneğiyle, hepimiz çocuklarımızın mutlu, sağlıklı, başarılı insanlar olmasını isteriz. Onları yetiştirirken de, onlar için doğrunun tanımını kendimiz yapar ve o doğru çerçevesinde davranmalarını bekleriz.

Elbette tecrübe dediğimiz bir dizi hatayı, bizler yaşayarak elde etmişizdir ve sevdiklerimizi de bu tecrübelerimizden faydalandırma arzusudur asıl amacımız. Yani kendimizce masum bir uyarıdır yaptığımız...

Oysa çoğu zaman unuturuz, onların da kendi başlarına bir birey olduklarını ve bu hayatı kendi tercihleriyle yaşamaya  hakları olduğunu...

Tabi bu işin en masum yanı aslında...

Her türlü olayda kendi çıkarları doğrultusunda gidişatı çizmeye çalışan, etrafındakilerin isteklerini, beklentilerini, ihtiyaçlarını çoğu zaman hiçe sayan pek çok insan var yaşamımızda tanıdığımız...

Yüreğimize sığdıramadığımız ne çok olayla karşilaşıyoruz, inanamıyoruz, hayrete düşüyoruz çoğu zaman...

Bencillik denen olgunun sınırı yok aslına bakılırsa...

Mühim olan, bize sunulan hayatı tercihlerimize göre belirleyip yaşarken, seçtiğimiz yolun daha az virajlı, keskin ve tehlikesiz olması için dua etmektir.


30 Mayıs 2011 Pazartesi

Bulutların üzerinden bakarken...

Dün bir yandan televizyona bakıp bir yandan da gökyüzündeki bulutları  ve yağan yağmuru seyrederken, çocukluğumda izlediğim bir film geldi aklıma...

Yeryüzüne gönderilen bir meleğin fantastik hikayesi...

Elinde şemsiyesi ve bavulu ile bir bulutun üzerinden, adeta balerin edasıyla yeryüzüne inen ve amacını gerçekleştirdikten sonra, yine aynı şekilde gökyüzüne geri dönen bir melek...

Oldum olası  bulutları, yıldızları, ayı, güneşi kısacası gökyüzünü seyretmeyi seven, seyrederken kendimle bütünleştiren biri oldum.


Dün de yine bulutların hareketlerini izlerken, kendimi aniden bir bulutun üzerine oturtup, tepeden yemyeşil orman ve göl manzarasına bakmanın hoşluğuna bıraktım beni...

Bu atmosfere bir de yağmur ile rüzgarı kattım ve filmdeki melek gibi şemsiyemi açıp doğayı seyrederken buldum kendimi...

Sonra evimizin balkonuna doğru  bir balerin gibi süzülerek yol aldığımı düşledim ve balkondan içeriye bakarken yakaladım kendimi...

Sevgili eşimle beraber koltuklara yayılmış televizyon seyrediyorduk.

O an şöyle düşündüm..., belki melekler ve bizim adını melek koyduklarımız da bizi böyle seyrediyorlardır...


27 Mayıs 2011 Cuma

Başlangıç...

Kendimce bir şeyler yazmak, günün getirdiklerini paylaşmak düşüncesiyle oluşturdum  blogu'ma, hoş gelenler hoş görsünler, hoş gelmeyenler hiç gelmesinler...