Ana Sayfa

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Nasıl hatırlanmak istiyoruz?

*****
"Sen de dedem gibi ölecek misin..?"
Bu sözler odada yoğun bir sessizlik yaşanmasına neden olmuştu. Geçirdiği ameliyatlardan sonra kendini pek toparlayamamış olan yaşlı kadını, torunu ve kızı ziyarete gelmişlerdi. Küçük çocukları hasta ziyaretine kabul etmememize karşın, kısa süreli bir ziyaret için izin koparmışlardı.
Hastanın odasında ana kız konuşup dertleşirken, torun araya girip sormuştu bu soruyu. Kafamı eğip, elimdeki dosya ile ilgileniyormuş gibi yaptım. Hastamız torununu yatağın kenarına oturttu, ellerini tutarak yanıt verdi:
- Şimdi değil tatlım, iyileşip eve döneceğim merak etme, hemen ölmeyeceğim. Ama er veya geç hepimiz öleceğiz.
Torunu bu yanıttan pek hoşnut olmamıştı anlaşılan:
- Ama bu haksızlık anneanne. Ölünce onları bir daha göremiyoruz. Dedemi çok özledim ben.
- Merak etme, insanlar ölünce görünmez olurlar, ama hepten yok olmazlar.
Ufaklık bir süre anneannesinin boynundaki kolye ile oynayarak düşündü. Sonra “peki insanlar ne oluyor ölünce..?" diye sordu.
Anneanne önce bana, sonra kızına baktı ve torununun saçını okşayarak;
- Bir şekilde aramızda oluyorlar ölenler. Kimi bir renk, kimi tat veya koku, kimi de bir dokunuş olup geri geliyorlar. Mesela rahmetli annemin yaptığı puf böreğini hiç unutmadım ben. Nerede o kokuyu veya tadı bulsam, annemin orada yanımda olduğunu bilirim. Dedeni ise saçlarımdaki dokunuş ile hatırlarım. Nerede bir rüzgar saçlarımı okşasa dedenin yanımda olduğunu düşünür, sevinirim.
- Peki sen ölünce ne olup geleceksin anneanne?
- Onu sen bileceksin. Beni nasıl hatırlamak istersen, o şekilde geleceğim yanına.
Ziyaret kısa sürmüştü. Onlar odadan çıktıktan sonra hastamız torununu çok özlemiş olduğunu belirterek, ziyarete engel olmadığımız için teşekkür etti.
- Bu küçük torunumu büyüğünden daha çok seviyorum doktor bey.
- Torunlarınız arasında ayırım yapmamanız gerekmez mi..?
- Haklısınız ama, böyle olmasında biraz da kızımın kabahati var. İlk çocuğunu çabuk büyütmeye çabaladı. Kendince başardı da. Ama hepimizden uzak soğuk, ağır biri oldu çıktı büyük torunum. Şimdi hepimiz yakınıyoruz ama iş işten geçti.
- Neden böyle oldu?
- Ne yazık ki, kızım da diğerleri gibi, zamane annelerinden oldu. Çocuğumu en iyi şartlarda, en iyi okullarda, en iyi eğitim ile yetiştireceğim diye tutturdu. Çocuğun almadığı ders kalmadı neredeyse. Bale, piyano, tenis, yüzme dersleri yetmedi, kolejlerde okuttu. Onunla birlikte ders çalışıp, sınavlara birlikte girdi sanki. Şimdi adı sanı duyulmuş kolejlerden birinde okuyor. Ama hepimizden uzaklaştı. Derslerinden başka birşeyle ilgilenmeyen, oyun bilmeyen soğuk, ağır biri oldu.
Bir süre sustu, soluklandı yaşlı kadın. Elimi tutup yatağında doğruldu. Yastıklarını düzelttim.
- Zamane anneleri böyle oluyor işte. Çocuk yetiştirmeyi yemek yapmak sanıyorlar. Parayı bastırıp en donanımlı mutfakta, en iyi malzemeleri kullanırsa yemeğin mükemmel olacağını hayal ediyor, ortaya çıkan yemeğe bakıp neden lezzetli olmadığını soruyor, kabahati mutfakta veya malzemede arıyorlar. Kendilerinde hiç kabahat bulmuyorlar. Halbuki elinin emeği, sabrı, özeni olmadıkça lezzeti yakalayamazsın. Hele bir sarma sarsınlar da göreyim ben onları. Bu kez de "o kadar emek verdim, kimseye yedirtmem" diye tutturur bunlar gerçi. Sanki analarından böyle gördüler. Hayat kolaylaşıp hızlandıkça, her şeyin aynı kolaylıkla yapılacağını sanıyor bu zamane anneleri. Çocuklarını da çabuk büyütmeye uğraşıyorlar. Onları hızlı yaşlandırdıklarının farkında bile değiller.
- Yani?
- Çocuk bu, yetiştiği ortamdaki insanlara, anne babasına benzeyecek elbet. Çocuk onlara benzemeye başladıkça, anneler kendi beğenmediği yönlerini çocuklarında görüp kızıyor, nerede hata yaptıklarını bulmaya çabalıyorlar. İkinci çocukta ise, o ilk heves kalmıyor da öyle kurtarıyor onlar kendilerini.
Boğazı kurumuştu. Bir yudum su içip eskiden ailelerin ilk çocuklarının ağabey ve abla ağırlığı ile yetiştirildiğini, ilk çocukların aileyi iyi yansıtma görevi olduğu için daha değerli olduğunu, ama artık devrin değiştiğini, ailelerin kendilerini değil de hayallerini çocuklarına yüklediğini, ilk çocuktan sonra gelenlerin ise daha özgür olgunlaşıp aileye daha çok benzediğini anlattı.
Birkaç gün sonra hastamızın baş ucunda suluboya bir resim vardı. Mavi gökyüzünde sapsarı güneş ve bir de uçurtma uçuran bir kız çocuğu vardı resimde. Hastamız resim ile ilgilendiğimi görünce okumakta olduğu gazetesinden kafasını kaldırıp lafa girdi:
-Torunum benim için yapmış bu resmi doktor bey. Resimdeki kız kendisiymiş. Karar vermiş, ben ölünce resimdeki gökyüzünün mavisi olacakmışım onun için. Gökyüzüne her baktığında benim yanında olduğumu bilecekmiş böylelikle. Bu sımsıcak güneş ise dedesiymiş.
Gözleri dolmuştu. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. "Torunumun gözünde gökyüzünün mavisi olacakmışım, dedesi de hepimizi ısıtan güneş. Daha ne olsun?" dedi.
Öğle arasında bahçeye çıktım. Yağan yağmurun ardından, masmavi gökyüzünde açan güneş, alabildiğine hissettiriyordu sıcaklığını artık.
Yaşlı hastamla torununu düşündüm. Sonra da kendimi...
Peki ya biz... Biz nasıl hatırlanacağız..?
Aslında doğru soru, “Nasıl hatırlanmak istiyoruz..?”

Unutmamak gereken birşey vardı; hatırlanma şeklimizi kişiler değil, ardımızda ve başkalarının yaşamında bıraktığımız izler belirleyecekti..!

*****
ALINTI

26 Ağustos 2011 Cuma

Küçüçük bir mutluluk....

İnsan hayatındaki mutluluklar, en az yaşadığımız mutsuzluklar kadar çoktur herhalde...
Kimi zaman duyduğumuz bir müzik, açan bir çiçek, soluduğumuz toprağın kokusu, yağan yağmur, gökyüzünde parlayan güneş, belki uçan bir kelebek bizi mutlu etmeye yetebilir.
Veya gülen bir bebek, neşe ile oynayan çocuklar...
Daha pek çok şey mutlu olmak için ufak tefek nedenlerdir aslında...
Mühim olan gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımızdan küçük sevinçler, mutluluklar çıkarmak değil mi? 

Ben geçen gün, son 1 haftadır açmasını beklediğim zambağımı, o sabah açmış görünce yaşadım o mutluluğu...






Gidip, gelip sevdim çiçeğimi, ona iltifatlar yağdırdım böyle güzel açtığı için...
Diğer bitkilerim de çiçek açtığı zaman çok seviniyorum ama zambaklarım bir başka önemli hayatımda...
Annemin zambakları onlar, belki 45 senelik çiçekler...
Babam evlendiğim zaman vermişti onları bana...
Uzun seneler açmamışlardı, daha sonraları birkaç senede bir açmaya başladılar ve son 2-3 senedir de, senede 1 soğan açıyordu sadece bir tanesi...
Bu sene aynı zamanda değil ama 3'ü birden çiçek açtı.
Çok güzeller çok...

Tabi benim de onlarla birlikte gözüm gönlüm açıldı, keyiflendim, mutlandım...



15 Ağustos 2011 Pazartesi

"En mutlu an" olsun...

2011 yılına girerken, kendim ve sevdiklerim için "Bu yıl hayatımızın en güzel yılı olsun" diye dilekte bulunmuştum.
Üzerinden neredeyse 8 ay geçti...
Herkese farklı şeyler gösterdi hayat, bazen mutlu bazen mutsuz olduk yaşadıklarımızla...
Kimi zaman da kötü dediğimiz olaylar, belki şans getirdi hayatımıza veya mutluluklarımız istemeden mutsuzluğa dönüştü zamanla...


Ben birkaç senedir, yaşamın bana sunduklarını sevgiyle kabul etmenin hayatımda daha olumlu etkiler bıraktığını gözlemledim.
Artık daha çok oluruna bırakıyorum olayları, bazı düşüncelerimde israrcı olmuyorum artık... ve daha az yargılıyorum bana olumsuz gelen davranışları, insanlarla empati kurmaya gayret ediyorum.
Olmasını çok istediğim bir şey için yapmam gerekeni yapıp, bırakıyorum evrene... ve Tanrının zamanı geldiğinde onu bana göndereceğine inanıyorum.
Bazı olumsuz gibi görünen olaylar, sonradan mutluluklara vesile oldu hayatımda; ve ben artık, Tanrı'nın bana yaşamda sunduğu herşeyi yargısız kabul edip, bunlardan ders almayı öğrendim.
Hep bir nedeni vardır diye düşündüm başımıza gelen iyi ve kötü olayların veya rastlaştığımız kişilerin, önümüze çıkan engellerin, hatta bizde ve yakınlarımızda görülen pek çok hastalığın, erken dediğimiz ölümlerin...
Mutlaka başımıza gelenlerden çıkarmamız gereken bir ders, öğrenmemiz gereken bir yaşama amacımız olmalı diye düşünüyorum bu hayatta...

Bunu  anlamaya, anlamayı başarmaya.... ve Tanrı'nın bana bahşettiği ömrün her anının değerini bilmeye çalışıyorum...



7 Ağustos 2011 Pazar

Bir varmış, bir yokmuş...

Bir zamanlar, ülkenin birinde bir adam yaşarmış. Karısı ve çocukları tarafından çok sevilen bu adamın uzun süredir çözemediği küçük bir sorunu varmış.
Boğazına pek düşkünmüş bu adam, yemeği çok severmiş. Yemeklerden pilav, köfte, patates ile börek, çörek, kek, kurabiye türü hamur işlerine dayanamaz, mutlaka yermiş. Hafif göbeğini de "göbeksiz erkek balkonsuz eve benzer" diyerek görmemezlikten gelirmiş.


Gel zaman git zaman, göbek çevresi daha da genişleyip, gıdısı aşağıya doğru sarkmaya başlayınca, dağa bayıra vurmuş kendini; dağa tırmanmış, ormanda koşmuş, nehirde yüzmüş... Lakin hiçbiri fayda etmeyince kendince yediklerini kısıtlama yoluna gitmiş. Hamur işlerini mümkün olduğunca, tatlıyı da tamamen kesmiş. Sonrada kendisine 1 hafta süre verip, bu süre içerisinde kilo vermeyi hedeflemiş. Süre sonunda da  mükellef bir yemekle kendini ödüllendirip, arkasından da tatlı yemeyi planlamış.

Günler birbirini kovalamış ve nihayet beklenen gün gelmiş çatmış...
Adam kendinden emin tartıya çıkmış. Aman Allahım o da ne...! Kilo vermek bir yana, üstelik üzerine kilo bile almamışmı...!!!?
Gözlerine inanamamış, birkaç defa tartıya çıkıp inmiş, ama sonuç hep aynıymış...
"Bu tartı bozuk herhalde" diye karısına seslenerek girmiş mutfak kapısından, yüzü asık, gözleri hayret ve şüphe içerisinde bakarken...
Karısı başlamış gülmeye.... Aslında farkındaymış, adamın yediklerinin hep kalorili şeyler olduğunun, ama birkaç uyarının haricinde müdahale etmek istememiş yediklerine...
Adam  tatlı yememiş ama, rejim  kisvesi altında götürmüş bademleri, cevizleri, hatta kocaman  kadınbudu köftelerden bir oturuşta 6 tane birden yemiş, hem de diğer yemeklerin yanında...
Sonunda kendisi inkar etse de tartı inkar etmemiş yediklerini...

"Bu sana ders olsun" demiş karısı "bundan sonra yediklerine daha dikkat et."
Adam karısına hak vermiş, "bundan böyle az yiyeceğim" demiş.

VE...İkinci haftanın sonunda tartıdan, ilk hafta aldığı kilonun iki mislini vermiş olarak inince çok sevinmiş ve morali yerine gelmiş...

Bu tabi ki hikaye ama, mühim olan hikayenin 'anafikri' ve hepimizin bundan çıkaracağı ders....


6 Ağustos 2011 Cumartesi

Küçük ev

Orada bir ev var uzakta...
Gitmesem de, kalmasam da, o ev benim olmasa da...
Ormanın içinde, yeşillikler arasında 2 veya 3 katlı bir ev var orada...

Hep görüyordum o küçük evi pencereden, Elma dağın eteklerinde, ormanın tam yanında, ağaçlar arasında...
Ama düne kadar hiç bu kadar dikkatli incelememiştim ...
Sanki  ilk görüyormuşum gibiydi...
Yanından dağa doğru toprak bir yol geçiyor.
O yolu hiç farketmediğimi düşündüm. Belki yine farketmeyecektim, eğer bir araba geçmeseydi..

Çoğu zaman bakıp da görmüyoruz pek çok şeyi...
Fark etmiyoruz çevremizde olanları, yanımızdan geçenleri, hatta duyduklarımızı, söylenenleri bile farklı algılıyoruz, o andaki duruma göre...
Ya da neyi nasıl ve ne kadar gördüğümüzü, bakış açımız farklılaştırıyor...
Ne görmek istiyorsak onu algılıyor beynimiz, çoğu zaman.

Tıpki benim, o küçük evin farkındalığına daha yeni vardığım gibi...